Spread the love

Deli

Hezârfen Ahmed Çelebi. Evliya Çelebi’nin Seyahatname adlı eserinde adı geçen ama yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen efsanevi Osmanlı bilginidir. 1600lü yılların başında yaşadığı iddia edilir. Söylenceye göre Hezârfen Ahmed Çelebi, Galata kulesinden Üsküdar’a uçmaya karar vermiştir. Bunun için kendine kuş kanatlarına benzer bir araç yapar ve lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kendini bırakır ve Boğaz üzerinden süzülerek Üsküdar iner. Anlatı bilimsel olarak gerçekçi görülmediği için efsane olduğu sayılır. Buna rağmen Hezârfen Ahmed Çelebi aklımızda böyle bir deliliği yapabilecek insan olarak kalmıştır. Her olasının dışında kalan biraz da deli değil midir? Peki deli nedir?

Delilik

Deli kelimesi psikoloji ve psikiyatriye çok ait bir kelime olsa da, nerden geldiği ile ilgili hiç kafa yorma gereği hissetmemiştim. Ta ki en son İstanbul ziyaretimde Tramvayın birinin ekranında beliren bir yazıya kadar.  Deli kelimesinin nerden geldiğini biliyor musunuz diye soruyordu. Bilmiyordum. 

O zaman aramak gerekiyordu.

Nerden geldiğini bilmesem de, bir psikoloğun günlük yaşamında en çok duyduğu kelimelerden biri olsa gerek. «Ben deli miyim de psikoloğa gideceğimden» başlayıp, resmi olmasa da toplum içindeki adı «deliler hastanesi» olan ruh ve sinir hastalıkları hastanelerine kadar bu liste.

Peki nerden geliyor deli kelimesi ve nerelerde kullanılmış tarihte?

Deli kelimesinin kökeni

Deli kelimesinin kökenleri Uygurcaya kadar gidiyor gibi görünüyor. MS 900 yıllarının öncesindeki Uygur metinlerinde rastlanan tilve/telve kelimesi deli kelimesinin kökünü oluşturuyor. Sonrasında Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılan Türk Dilleri Sözlüğünde  (Dîvânü Lugati’t-Türk) biraz değişmiş, tilve ve telüye dönmüş. Oguzcada telü kelimesi ise «al-macnun» (Almanca besessen), cinlere uğramış anlamında geçiyor. Yani bildiğimiz anlamda ki «mecnun olmak», telü yani deli olmak anlamına geliyor. 

Telü kelimesi Osmanlılarda delüye, oradan da deliye doğru eviriliyor. Tarihsel ve kültürel olarak delilik iki farklı yüze bürünür: aşkta ve savaşta delilik. 

Savaşta deliler

Deli kelimesinin kökenine gittiğimiz zaman aşkın yanında savaşı da buluyoruz. Deli kelimesinin askerlik ile bağlantısı Osmanlıda kurulan özel bir askeri birlikten geliyor: «Deliler Ocağı». Buradan gelerek deli kelimesi tarihte «asker» anlamında da kullanılıyor. 

Osmanlının oluşturduğu bu özel «Deliler Ocağına» cesaretleri, korkusuzlukları, gözü görmezlikleri ile bilenen gençler alınıyor. Bu askeri birlik özellikle düşmanı önceden korkutmak, yıldırmak için oluşturulan 20-25 yaşlarında gençlerden oluşturulmuş. Aslen delil, yani rehber anlamına gelen isimleri, bu özellikleri yüzünden toplum içinde deli olarak değiştirilmiş.

Üstlerine düşmanı korkutacak gariplikte elbiseler giyen, ve onları şaşkına çevirecek hareketler yapan deliler ocağındaki askerlerin bu özelliklerini, diğer bir söylenceye göre, savaşa gitmezden önce kullandıkları afyon sayesinde edindikleri dile getiriliyor. 

Aşkta deliler

Al-macnun kelimesi bize tabii ki hemen Leyla ile Mecnun`un hikayesini hatırlatacak. Arap efsanesinden gelen hikâye, onlarca kez kitaplara konu olmuştur. Bizde ise hikaye mesnevi türünde Fuzuli tarafından kaleme alınmıştır.

Özetle hikaye, birbirlerine aşık olan Leyla ve gerçek ismi Kays olan iki gencin hikayesini anlatır. Bu iki aşığın görüşmeleri yasaklanır. Ve Leyla ortadan kaybolur. O günden sonra Kays Leyla’yı aramaya baslar. Artık iç dünyası, aradığı her şey Leyla’dır. Toplum içerisinde ise Kays`a Arapça «deli» anlamına gelen mecnun adi verilir. Artık o Leylasını arayan bir mecnun, bir «deli»dir. 

Normal düşünme, algılama, davranma özelliklerinden vazgeçen insanların bu duygudurumunu, daha modern bir efsane olan Shakespeare`in Romeo ve Juliet`inde de buluruz. İtalya’nın Verona kentinde geçen hikayenin sonunda iki gencin yaşadıkları aşk onları, birlikte olmadan yaşamayacaklarına olan inançla ölüme götürür. Onlar da batinin mecnunları, delileridir.

Peki nedir insani mecnun, deli eden aşk? 

Leyla ile Mecnun kitabının da yazarı Iskender Pala „Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk“ kitabında da bu aşkı anlatır. Pala`ya göre aşık olunan kişi, aşığın kendi kafasında kurduğu bir hayaldir: „İlahi veya beşeri aşkta, aşık kendi yolculuğuna devam ederken, maşuk da aşığın zihninde oluşturduğu şekliyle var olur“. Pala`ya göre seven kişi sevileni kendi zihninde oluşturur ve aslında oluşturduğu pek çok şey de gerçekte var olmaz. 

Modern psikolojide de aşka bakış açısı bundan farklı değildir. Asığın yasadığı bu duyguduruma idealleştirme adi verilir: Aşık olan, aşık olunanı idealleştirir. Bu idealleştirme ve aşk duygusu tamamen zihnin bilinç alanı dışında olur (serebral korteks). Beynin üst merkezlerinin işlevi durur, duyguların da oluştuğu beyinsapı duygularımızın, algılarımızın ve davranışlarımızın hakimidir artık. 

Aşkın insanın gözlerini kör etmesi başka nasıl açıklanır ki yoksa? Asıl olan gönlün gördüğüdür, gözün değil. Aşık Veysel`imizin de dediği gibi: Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa